27 Mayıs 2007 Pazar

Ayrılıktan Vazgeçelim Biz

Sana olan duygularımı tam olarak anlatamıyorum
Biliyormusun bende öyleyim
Neden böyleyiz bilmiyorum ama
Birbirimizi ayrılık korkusuyla tehdit edip sanki intikam
alıyoruz

Bilhassa sen hayır sen kabul etmiyorum kavgayı en çok sen
çıkarıyorsun
Şarkılarım duygularımı benden daha iyi anlatıyor
Söyle o zaman,dinle

Korkuyorum seni kaybetmekten en büyük günahı işlemekten
Sende benim gibi hissediyormusun
Bıkmadın mı acı çekmekten

Kolay değil çok zor karar vermek
Geçmişi unutup seni silmek
Kolay değil sana sevmiyorum demek
Ne zor sevip de acı çekmemek

Ah ayrılık ah ayrılık
Ayrılıktan vazgeçelim biz ikimizin derdi sevgimiz
Ayrılıktan vazgeçelim biz aşkımızı istiyoruz biz

Seni çok seviyorum,bende seni çok seviyorum
Niye bunu daha evvel böyle söylemedin
Bilmem çekindim herhalde,insan sevdiğinden çekinir mi
Haklısın çekinmemeli çünkü sevmek yaşamanın temelidir
Seni çok seviyorum yavrum

Sen ne istiyorsan öyle olsun
Yeter bu ayrılık bir son bulsun
Yirmidört saatin her dakikasında tepeden tırnağa hep sen
dolusun

Benden istediğin nedir söyle
Bazı düşünceler gelmez dile
Bazen efendi bazen de bir köle
İstersen olurum ben seve seve

Ah ayrılık ah ayrılık
Ayrılıktan vazgeçelim biz ikimizin derdi sevgimiz
Ayrılıktan vazgeçelim biz aşka sitem katmayalım biz
Aşkımızı istiyoruz biz.
O.G.bay

19 Mayıs 2007 Cumartesi

Gardaaş

Gardaaş vurma yüzüme Felek tokatı gibi sende
Ezikliĝim yetti zaten benden içe benliĝime
Gardaş sen sen olmadan bir de ben oluver
Bensizliĝim onsuzluĝumdan zaten bilesin

Gardaaş yigitlik senin kıtabında
Düşnanına tükürmek yazıyorsa
Gargaş Bendeki kitapta deĝil tükürmek
Tükürüldüysen bile sevmek yazar bilesin

Gardaaş gördüklerin ne hayel nede yalan
Kapa gözlerini kalbin nederse ona inan
Gargaş her yokuşun bir inişi var bilesin
Hep inişi deĝil birde yokuşu denede göresin

Gardaaş çiçek açacaksa bilesin
Kıştada açar yazda bahardada açar
Gardaaş anlasana toprak taşlıda çamurluda olsa
Fidan tohumunun eseri yapraklarına baksana
Ctbey

17 Mayıs 2007 Perşembe

“Kadınlar vakarla evlerinde otursunlar!”

“Kadınlar vakarla evlerinde otursunlar!”
Ahzap 33

“Evlerinizde oturun; eski cahiliyede olduğu gibi açılıp saçılmayın; namazı kılın; zekâtı verin; Allah'a ve peygamberine itaat edin. Ey Peygamberin ev halkı! Şüphesiz Allah sizden kusuru giderip sizi tertemiz yapmak ister.”

Vakarla evlerinizde oturun. Evlerinizde sebat bulun, sebat edin. Evlerinizde huzur bulun. Huzur ve güven içinde evlerinizde oturun. Karar yeri, faaliyet alanı olarak evlerinizde bulunun. İffet ve hayanızı vakarla koruyarak evlerinizde oturun. Sizin sorumluluk sahanız evlerinizdir. Çok zarûrî bir ihtiyacınız olmadığı müddetçe evlerinizden dışarıya çıkmayın. İslâm öncesi cahiliye kadınlarının yaptığı gibi ziynetlerinizi yabancı erkeklere göstermeyin. Cahiliye kadınları gibi kırıtarak yürümeyin.

Önceki âyetlerle Hz. Peygamberin hanımlarının ekonomik kaygıları giderildi, lüks, konfor kaygıları bitirildi. Ulaşabilecekleri, hedefleyebilecekleri bir hayat standardı dertleri kalmadı. Evlerinde çarşı pazara çıkıp bir rızık kazanma sorumlulukları, para kazanma dertleri kalmadı. Kendilerine tanınan dünya ve âhiret olarak ikisinden birini tercih yetkilerini âhiretten yana kullandılar. Onun içindir ki altlarındaki bir hasır sergiye, önlerindeki bir kuru ekmeğe, bir kuru hurmaya razı oldular. Üzerlerindeki tek yamalı elbiseye razı oldular. Artık niye ekonomik bir kaygıyla evlerini terk edip dışarıya çıksınlar ki? Artık vakarla evlerinde otursunlar. Ve daha önceki, din gelmeden önceki cahiliye açık saçıklığıyla dışarıya çıkmayacaklardır. Evet işte böylece şartlar belirlenmiş oldu. Allah’ı tercih ettiler, Peygamberi tercih ettiler. İşte bu tercihleriyle birlikte evlerinde vakarla oturacaklar ve bu onlar için gâyet kolay olacaktı.

Ama, eğer şu anda müslüman hanımlar için şartlar oluşmamışsa, erkekler olarak, kocalar olarak bizim tercihimiz, kadınlar, kızlar olarak hanımların tercihi dünyadan yanaysa, dünyanın lüksünden, konforundan yanaysa o zaman evdeki hanımları nasıl evde tutabileceğiz? Nasıl vakarla evlerinizde oturun diyebileceğiz onlara? Erkekler olarak bizim ekonomik gücümüz yetmeyecek, çevremdeki önderlerin, hocaların, patronların, efendilerin hayatına, hayat standartlarına ulaşamayacağım. Böyle bir durumda elbette benim hanımım, benim kızım da onların hayat standartlarının, konforlarının sevdalısı olacaklar, giydirdiğim eski elbiseleri beğenmeyecekler, benim sergilerimi beğenmeyecekler ve aşağılık duygusu içinde kendilerini dışarıya atacaklardır.

Allah affetsin! Bugün Peygamberin hayatını, Peygamberin yaşam tarzını hayal bile edemiyoruz. Söyleyin Allah aşkına, niye mutfak olacak evlerimizde? Niye kap kacak olacak? Niye elektrikli, tüplü ocaklar olacak? Niye otomatik makineler olacak? Niye ütü olacak? Niye her öğün mutfakta yemek pişirilecek? Niye en güzelinden halılar, sergiler olacak? Var mıydı acaba Hz. Peygamberin özel bir mutfağı? Evinde özel bir yatak odası var mıydı Hz. Peygamberin? Banyosu, tuvaleti var mıydı? Ben bunların yokluğunu bile düşünemiyorum bugün. Çünkü o hayatı örnekleyecek önderler kalmadı. Rasûlullah’ın yaşadığı hayatı yaşayıp insanlara gösterecek kimse kalmadı. Müslüman erkeklerin, müslüman hanımların örnek alacakları ve yaşadıkları hayattan asla bir aşağılık duygusu duymayacakları, “niye benim yok?” demeyecekleri pratik örnekler yoktur bugün.

Hocasıyla, hacısıyla, şeyhiyle, mürşidiyle İslâm onurunun, İslâm kişiliğinin tamamen yok edildiği bir dünyada yaşıyoruz. Ve dünya müslümanları da bu örnek olamayan örneklere imrenerek sapıp gitmektedirler Allah korusun. Zavallı müslümanlar liderlerinin, şeyhlerinin, efendilerinin, hocalarının hanımlarının giydiği elbisesine özenerek, mantosuna ulaşmak için bir ömür koşturmak zorunda kalmaktadırlar. Onların çocuklarının cep harçlığına ulaşabilmek, onların çocuklarının özel okul masraflarını bulabilmek için bir ömür koşturmak zorunda kalmaktadırlar. Onun hayat standardına ulaşabilmek için bir ömür değil, iki ömür bile yetmeyecektir. Zavallı müslümanlar işleri güçleri kadınıyla erkeğiyle çalışıp çırpınmak olacaktır. Erkeğin gücü yetmeyince de, haydi hanım, sen de gel, sana da iş bulalım. Kızım gel sen de çalışmalısın. Olmadı, gece vardiyelerine de gitmeliyiz diyecekler, ailecek evlerini terk edecekler. İffetler zedelenecek, hayalar törpülenecek, bir ekonomik kavga içinde aileler yok olup gidecektir.

Öyle olmuyor mu şu anda? Erkek eve geldiğinde hanımı bulamıyor, hanım geldiğinde kocasını bulamıyor, kız gece geliyor, oğlan akşam çıkıyor, hayat cehennemî bir hayata dönüşüyor. Yavaş yavaş kendilerini örnek aldığımız hıristiyanî bir dünyanın, yahudi bir dünyanın insanı olup çıkıyoruz. Parçalanmış aileler, erkek ayrı kadın ayrı, oğlan ayrı kız ayrı dünyaların insanları olup çıkıyorlar Allah korusun.

Evet, Rabbimizin özelde Peygamber efendimizin hanımlarına, ama genelde müslümanların hanımlarına söylediği ise bunun tamamen zıttıdır.

Evlerinizde vakarla oturun ey mü’mine hanımlar. Peki nasıl oturalım evlerimizde? demeyeceğiz. Eğer Peygamberin hanımlarının tercih ettikleri bir hayatı, tercih ettikleri bir cenneti bizler de tercih ediyorsak bunu demeye hakkımız olmayacaktır. Eğer âhireti, Allah’ın rızasını, Allah’ın hazırladığı o gözlerin görmediği, kulakların duymadığı, hiçbir beşer aklının ihata edemeyeceği bir cenneti tercih etmişsek o zaman unutmayalım ki üzerimizdeki elbise 10 sene idare edebilecek, evimizin eşyası 40 sene idare edebilecek. En büyük derdimiz Allah’ın istediği gibi namazımızı ikâme etmemiz, zekâtımızı vermemiz, Allah ve Rasûlüne itaat etmemiz olacaktır. Bunun dışındaki kaygıların, dertlerin tamamı sona alınacaktır. Allah’ın bizim için indirdiği âyetlerini, Rasûlünün sünnetini, hadislerini önce kendimize okuyacağız, öğreneceğiz, sonra da başkalarına okuyacağız, öğreteceğiz.

Ey peygamber hanımları, bilesiniz ki Allah sizden rics’i, günâhı, kötülüğü gidermek ister. Sizi temizlemek ister. Evet buradaki “Ehl-i Beyt” ifadesiyle Rasûlullah efendimizin hanımları kast edilmektedir. Çünkü önce, ‘ey peygamber hanımları’ diye söze başlandı. Ama elbette ev halkı ifadesi genel anlamıyla hem hanımları, hem de çoluk, çocuk ailenin tamamını kapsamaktadır. Müslim’deki bir hadiste bunun böyle olduğunu anlatır. İnsanlardan kimileri bu ehl-i beyt kavramı içine sadece Peygamber aleyhisselamın çocuklarını katarak zevcelerini dışarıda bırakmak isteseler de bu yanlıştır. Neyse bırakalım şimdi bu tartışmaları. Rabbimiz buyuruyor ki, “ey ehl-i beyt bilesiniz ki Allah sizden rics’i, kusuru, günâhı, hatayı gidermeyi, sizi tertemiz yapmayı murad ediyor. Eğer sizler Rabbinizin sizden istediği bu davranışları benimser, Allah’ın istediği gibi bir hayata yönelirseniz Allah sizi temizleyecektir. O sizi günâh kirlerinden arındırmak istemektedir.” Bu ifade Peygamber ailesinin tıpkı Peygamber efendimiz gibi mâsum ve günâhsız oldukları anlamına değildir.

Mâide sûresinin 6. âyetindeki abdest alan müslümanlar hakkında Rabbimizin:

“Allah sizi tertemiz kılmak ve size olan nimetlerini tamamlamak istiyor.” meâlindeki âyet gibidir.

Evet müslüman bir kadın bir zaruret icabı sokağa çıkmak zorunda kalmışsa cahiliye kırıtışıyla, ziynetlerini açığa vurarak teberrücle yürümemelidir. Teberrüc kelimesinin anlamı şöyledir: Kadının sokakta yüzünü ve vücudunun cazibesini, ziynetlerini, ziynet yerlerini, takılarını başkalarına göstermesi, cilvelerle dikkat çekip kendisini ortaya koyması, insanların dikkatlerini üzerine çekmesi anlamlarına gelmektedir. Evet bu yasak da peygamber kadınları şahsında tüm mü’mine hanımlara yapılmaktadır.

Öyleyse hiçbir müslüman kadın Allah’ın yasakladığı şekilde fiziksel güzelliklerini, fiziksel cazibesini ortaya koyacak bir şekilde evinden dışarıya çıkmamalıdır. Müslüman hanımların yerleri, örtüleri evleridir. Zaruretsiz evini terk eden müslüman kadınlar örtülerini kaybetmişlerdir. ALİ KÜÇÜK

İTİRAF

Evet, insan doğduğunda niçin ağladığını iyice düşünmedi.

Evet, insan kendinin sebeb-i hikmetini bilmiyor.

Evet, insan başıboş bırakılmadığını unutmaya başlayalı çok oldu.

Evet, insan nefsini her şeyden daha çok seviyor.

Evet, kâinatın Yaratıcısı “Karada ve denizde insan eliyle bozulma başladı “ buyurdu.

Evet, insan etrafını tahrip ediyor, çağlar boyu...

Evet, insan gökyüzünde yıldızların var olduğunu bile unutmaya başladığının farkına varamıyor.

Evet, insan büyük şehirlerde zindan hayatı yaşıyor.

Evet, insan gülümsemeyi unutup, surat asmayı kanıksadı.

Evet, insan saçının bakımını yaparken, ozon tabakasını deleceğinin bilincine varamıyor.

Evet, insan kış ortasında domates yemenin neleri yok ettiğini düşünmüyor.

Evet, insan yeşil rengin, yerini beton renksizliğine bıraktığını görmek istemiyor.

Evet, insan lüks hayat yaşamakla övünüyor; sonra da şikâyet ediyor her şeyden.

Evet, insan saatte 200 km yol alıyor; geride neler bıraktığına bakmıyor.

Evet, insan sıcak sımsıcak kürkler giyiyor ama kış uykusuna yatmıyor!

Evet, insan çalışmamakla övünüyor; tedavi olmak için çok çalışmak zorunda kalıyor.

Evet, insan her işini makineyle yapmaya bayılıyor; sonra da, eskiden bu kadar hastalık yoktu diye sızlanıyor.

Evet, insan her şeyi tadıyor günümüzde; ama ağız tadının kalmadığından yakınıyor.

Evet, insan komşusundan habersiz tok yatıyor; sonra da insanlar neden böyle yalnızlaştı diye ağlıyor.

Evet, insan kışın kar yağdı diye sinirleniyor; yazın pınarların kurumasına kahroluyor.

Evet, insan kurtulmak istiyor; ama bir türlü “ya Rabbi nefsimize zulmettik” diyemiyor.N. Hatem Ercan

MUSTAFA SUNA

“SU”YU GÖRÜNCE

Anaç tavuğun altına, kuluçkalık yumurtalar koydular; tavuk, hindi, ördek yumurtaları..

Tam-tamına, yirmi bir gün sürdü anaç tavuğun sabır çilesi. Sıcaklığından, sıcaklık verdi, ısıttı kendisine emanet edilen yumurtaları. Yem ve tuvalet ihtiyacı dışında fasılasız yirmi bir gün boyunca, yaratanının, anaç yüreğine koyduğu fıtrî sevk-i tabiî ile nöbetini aksatmadı…

Vakit geldiğinde bir-bir, kabuklarını kırıp yumurtalarından çıkmaya başladı civcivler: Tavuk, horoz, hindi, ördek.

Kendisi tavuk olmasına rağmen anaç yüreği, hiçbir yavruyu diğerinden ayrı tutmuyor, onları gezdiriyor, kanatları altına alıp, ısıtıyor, gelebilecek tehlikelerden koruyor, yavrularına zarar verebilecek canlılara karşı koymada, hayatını riske atmaktan çekinmiyor, bulduğu yiyecekleri yemiyor, onlara yediriyordu…

Yine, gezintiye çıkılan günlerin birinde yakınlarda bulunan bir gölcüğe yaklaşıncaya kadar, her şey normaldi. Yavrular, anaç tavuğun civarından ayrılmıyor, buldukları yemlerin peşinden, bir o yana, bir bu yana koşturup duruyorlardı. Ta ki, gölcüğe yaklaşılıp; “su”yu görünceye kadar. Bir anda ördek yavrusu olan civciv, sürüden ayrılmış ve gölcüğe doğru koşmaya başlamıştı; peşinden de, anaç tavuk. Yetişinceye kadar, çoktan suya atlamıştı bile. Dışarıda, anacığı çırpına dursun o, badi-badi ayaklarıyla, suda neşeyle yüzüyor, arada bir, dalıp-çıkmalarla, dışarıda çırpınan anacığının yüreğine, korku üstüne korku salıyordu… Hâlbuki diğer civcivlerin de gözü suyla temas sağlamıştı. Su ile ördek yavrusu arasındaki bağ neydi ki, diğer yavruları etkilemeyen su, ördek yavrusunun fıtratında bulunan mekanizmayı harekete geçirmiş ve onun gölcüğe doğru yönelmesini sağlamıştı…

İnsanlar; uzaktan kumanda aletleri icat ettiler… Kumanda aletleri nasıl da harekete geçiriveriyor, frekansı aynı olan alıcı konumundaki mekanizmaları...

Bir Ömer vardı: Öz kızını, diri-diri toprağa gömecek kadar cânî, helvadan yaptığı putları, taptıktan sonra, acıkınca yiyecek kadar gülünç. Hışımla geliyordu kız kardeşinin evine. Müslüman olduklarını duymuş hesap sormaya... Sonrası?.. Hırpalanmış, eli-yüzü kan içinde bir kız kardeş… Sakinleşti, onlardan okudukları şeyi getirmelerini istedi. Okudu… Dinledi, dinledi... Dinlediği farklı bir şeydi. Dinlendi... Eski Ömer gitmiş, yerine başka bir Ömer gelmiş, fıtratını kirleten, “Müşrik Ömer” programı silinmiş, fıtratında bulunan “Müşfik Ömer” programı devreye girmişti. O, artık, sıradan bir Ömer değil, Hz. Ömer’di... Dinlediği ve “su” gibi okunan Kur’an-ı Kerîm, “Müşrik Ömer” programını kapatıp “Müslim Ömer” programını harekete geçirmişti; Çünkü; Kur’an-ı Kerîm’i okuyanlar “su” gibi okuyorlardı..

O su ki, damlaya damlaya en sert mermeri bile deler.

9 Mayıs 2007 Çarşamba

Namazın Dünyada ve ahiret Hayatındaki Foksiyonu

Oberaden Rahmet Gençlĝi
Sana Kitap'tan vahyedileni oku ve namazı dosdoğru kıl. Gerçekten namaz, çirkin utanmazlıklar (fahşa)dan ve kötülüklerden vazgeçirir. Allah'ı zikretmek ise muhakkak en büyük (ibadet)tür. Allah, yapmakta olduklarınızı bilmektedir. ANKEBUT SURESİ 45
Hitap, görünüşte Hz. Peygamber'edir (s.a), fakat aslında bütün müminleri kapsamaktadır. Buraya kadar geçen ayetlerde müminlere, kendilerini içinde buldukları çok zor koşullara ve inançları nedeniyle karşılaştıkları işkencelere cesaretle göğüs gerebilmeleri için Allah'a güvenip dayanmaları tavsiye edilmişti. Burada ise sabır ve sebatın pratik bir aracı olarak, Kur'an okuyup namazı ikame etmeleri söylenmektedir. Çünkü Kur'an okuma ve namaz kılma, mümini sadece bâtıl ve kötülüğün şiddetli fırtınalarına cesaretle karşı koymasını değil, aynı zamada onları yenmesini de sağlayan güçlü bir karakter ve mükemmel bir kapasiteye kavuşturan iki araçtır. Fakat insan, ancak sadece kelimeleri okumakla kalmayıp Kur'an'ın öğretilerini iyice anladığında ve onları ruhunda sindirdiğinde ve namazı sadece fiziksel hareketlerden ibaret kalmayıp kalbinden gelen bir hareket ve ahlâk ve karakterinin bir dürtüsü olursa Kur'an okumak ve namaz kılmaktan güç kazanabilir. Namazın nasıl olması gerektiği, bir sonraki cümlede Kur'an'ın kendisi tarafından açıklanmaktadır. Kur'an okumaya gelince, boğazdan aşağısına, kalbe ulaşmayan bir okumanın, değil kişiye küfre karşı koyma gücü vermek, imanında sebat etmesi için yeterli güç bile veremeyeceğine dikkat edilmelidir. Bu tür insanlar hakkında bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: "Onlar Kur'an okuyacaklar, fakat Kur'an boğazlarından aşağıya geçmeyecektir:
Onlar okun yaydan çıktığı gibi imandan çıkarlar." (Buhari, Müslim, Muvatta) Aslında kişinin düşünce, ahlâk ve davranışlarında hiçbir değişiklik meydana getirmeyen ve onun Kur'an'ın yasakladığı şeyleri yapmaya devam etmesini engellemeyen bir okuma, gerçek müminin okuyuşu değildir. Böyle kimseler hakkında Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Kur'an'ın haram kıldığını helal kılan, aslında hiç Kur'an'a inanmamış gibidir." (Tirmizi, Süheyb Rûmi'den rivayet etmiştir.) Böyle bir okuyuş, kişinin nefis ve ruhunu ıslah edip güçlendirmez, aksine onu Allah'a karşı daha küstah, vicdanına karşı inatçı yapar ve karekterini tamamen bozar. Çünkü Kur'an'ın ilâhî bir kitap olduğuna inanan, onu okuyup Allah'ın neler emrettiğini öğrenen, sonra da emirlerine karşı gelen kimsenin durumu, bilmediği için değil, kanunu çok iyi bildiği halde suç işleyen sanığın durumuna benzer. Hz. Peygamber (s.a), bu noktayı çok kısa bir cümle ile ifade etmiştir: "Kur'an sizin lehinize de, aleyhinize de bir şahittir."(Mümin) Yani! "Eğer Kur'an'a doğruca uyarsanız, o sizin lehinize bir şahit olur." Burada veya ahirette ne zaman yaptıklarınızdan hesaba çekilirseniz, yaptıklarınızın Kur'an'a uygun olduğunu söyleyerek, Kur'an'ı şahit getirebilirsiniz. Eğer yaptığınız şey kesinlikle ona uyuyorsa, bu dünyada hiçbir hakim sizi cezalandırmaz. Ahirette de Allah sizi bundan hesaba çekmez. Fakat eğer bu kitap size ulaşmış, siz de onu okumuş ve rabbinizin sizden neler istediğini, neleri yasaklayıp neleri emrettiğini öğrenmiş, sonra da ona aykırı bir tavır içine girmişseniz, o zaman bu kitap sizin aleyhinize bir şahit olur. Allah'ın mahkemesinde sizin suçunuzu daha da teyid eder. İşte o zaman ne cezadan kaçmanız, ne de cehaletinizi öne sürerek daha hafif bir cezaya çaptırılmanız mümkün olur."
Bu, konuyla ilgisi nedeniyle burada zikredilen namazın birçok önemli özelliklerinden biridir. Müslümanların Mekke'de yaşadıkları şiddetli düşmanlık ve reddedilmeye karşı maddi güçten çok moral (ahlâkî) bir güce ihtiyaçları vardı. Bu moral gücü sağlamak ve onu geliştirmek için ilk önce burada iki araca değinilmektedir: Kur'an okumak ve namazı ikame etmek. Ardından da namaz kılmanın müslümanları, o dönemde çevrelerindeki gayr-i müslim Arapların ve Arap olmayanların meşgul olduğu, İslâm'dan önce kendilerinin de ortak olduğu kötülüklerden arıtıp temizleyeceği söylenmektedir.
İnsan birazcık düşününce, niçin namazın bu belirli faydasının özellikle burada zikredilmiş olduğunu kavrayabilir. Kötülüklerden vazgeçmek, sadece ahlâkî temizliğe ulaşan kişiye hem bu dünyada hem de ahirette faydalar sağlamakla kalmaz.
Bunun kaçınılmaz bir avantajı da şudur: Kötülüklerden kaçınmak kişiye, bu kötülükleri işleyen ve bu kötülükleri besleyip geliştiren cahiliye düzeninin devam etmesi için çalışanlara karşı eşsiz bir üstünlük kazandırır. Çirkin ve kötü davranışlar insanın doğası gereği hoş karşılamadığı, ne kadar bozulmuş ve sapıtmış olursa olsun her toplum ve topluluk tarafından ilke olarak kötü kabul edilmiş olan davranışlardır. Kur'an'ın indirildiği dönemde Arap toplumu da bundan müstesna değildi. Bu insanlar da ahlâkî yücelik ve kötülüklerden haberdardılar; kötüye değil iyiye değer veriyorlar ve aralarında kötüyü iyiyle aynı sayan veya iyiye gereken değeri vermeyen kimse yoktu. Bu şartlar altında, böyle sapıtmış bir toplumda, o toplumun üyelerinden kendisi ile ilişkiye geçtikleri andan itibaren ahlâklı bireyler meydana getiren ve diğerlerinen daha üstün ahlâkî özelliklere sahip kişilikler yetiştiren bir hareket, kaçınılmaz olarak geniş etkiler uyandıracaktı. Sıradan Arap insanının, kötülükleri ortadan kaldırıp, iyilikleri yayan böyle bir hareketin ahlâki etkisini hissetmemesi ve onun yerine kendileri ahlâken çökmüş olan ve yüzyıllardan beri kötülükleri yayıp besleyen cahiliye sistemini devam ettirmeye çabalayan kimseleri takip etmesi imkansızdır. İşte bu nedenle o dönemde Kur'an, müslümanları, maddî güç ve kaynaklar temin etmek yerine, insanların kalplerinin kazanılmasını ve maddî güç sarfetmeksizin düşmanların yenilmesini sağlayacak olan namazı ikame etmeye teşvik etmektedir.
Namazın burada zikredilen faziletinin iki yönü vardır. Birincisi onun ayrılmaz ve kaçınılmaz özelliği olan kişiyi kötü ve iğrenç şeylerden alıkoyması; ikincisi onun istenilen özelliği, yani namaz kılan kişinin davranışlarında kötü ve iğrenç şeylerden kaçınması. Birinci özelliğini ele alırsak, namaz insanı kötülükleri yapmaktan alıkoyar. Namazın doğası hakkında biraz düşünen herkes, insanın kötülüklerden sakınması için konulan sınır ve engeller içinde en etkilisinin namaz olduğunu kabul edecektir. Hangi kontrol mekanizması, insanı günde beş defa Allah'ı zikretmeye çağıran, ona defalarca bu düyada tamamen hür olmadığını, bilakis Allah'ın kulu olduğunu ve Allah'ın onun yaptığı gizli açık herşeyden, hatta gönlünden geçirdiği gizli niyet ve amaçlardan bile haberdar olduğunu ve bütün yaptıklarından Allah'ın huzurunda hesap vereceği bir günün geleceğini hatırlatan namazdan daha etkili ne olabilir? Namaz mümine sadece bunları hatırlatmakla da kalmaz, aynı zamanda ona, Allah'ın hiçbir emrine gizli de olsa isyan etmemesi için her namaz vaktinde ahlâkî bir eğitim de verir. Namazın başlangıcından sonuna dek, kişi, Allah'ın koyduğu kanunlara itaat mi yoksa isyan mı ettiğini bilen üçüncü bir şahıs bulunmaksızın belirli bazı hareketler yapmak zorundadır. Mesela eğer kişinin abdesti bozulmuşsa ve o kişi namaza durursa, kendisinden ve Allah'tan başka onun abdestsiz olduğunu bilebilecek kimse yoktur. Eğer bir kimse gerçekten namaza niyet etmez, fakat sadece gerekli hareketleri yapar ve sessizce, okunması gereken Kur'an'dan bölümler yerine, mesela şiir okursa, kendisinden ve Allah'tan başka, onun aslında hiç namaz kılmamış olduğunu kimse anlayamaz. Bununla birlikte, eğer bir kimse elbisenin ve bedenin temizliği, namazın farzları ve namazda okunacaklar, vs. gibi hususlarda ilâhî kurallara uyarak günde beş vakit namazını eda ederse, bu; o kimsenin namaz sayesinde günde kaç defa bilincinin uyandığı, ona görevine sadık ve sorumlu bir kişi olabilmesi için yardım edildiği ve dışarıdan bir kimsenin zorlaması olmadığı halde diğer insanlar onun niyet ve amellerini bilseler de bilmeseler de kendi itaat isteği nedeniyle kanunlara gizli veya açık uyması gerektiği konusunda onun ahlâkî bir uygulamalı-eğitim gördüğü anlamına gelir.Böyle düşünüldüğünde, namazın kişiyi sadece kötü ve iğrenç şeylerden alıkoymakla kalmadığı, aslında dünyada insanı kötülüklerden alıkoyan en etkili aracın namaz olduğu kabul edilir. Namaz kılan kişinin kötülüklerden sakınıp sakınmaması olayına gelince bu, kendisini ıslah etmek için eğitim yapan kişinin kendisine bağlıdır. Eğer kişinin namazdan bu faydayı elde etme niyeti varsa ve bunun için gayret sarfederse, namazın ıslah edici etkisi mutlaka onun üzerinde de görülecektir. Aksi taktirde, dünyada düzelmek istemeyen veya ona karşı koyan bir kimseye etki edebilecek hiçbir ıslah metodu yoktur. Bu olayı bir örnekle açıklayabiliriz. Yiyeceğin asli özelliği, bedeni beslemesi ve geliştirmesidir. Fakat bu fayda ancak yiyecek sindirildiğinde elde edilebilir. Eğer bir kimseher yemek yiyişinden sonra yediklerini kusuyorsa, yiyeceklerin ona hiçbir faydası dokunamaz. Nasıl böyle bir kimse gözönünde bulundurularak "Yiyecekler beden için besleyici değildir, çünkü bu şahıs yediği halde iskelete dönüşmektedir" denemezse, namazı tam anlamıyla kılmayan bir kimse gözönünde bulundurularak da "Namaz kişiyi kötülüklerden alıkoymaz, çünkü falanca şahıs namaz kıldığı halde doğrulardan değildir" denemez. Nasıl böyle bir kimse için aslında namazı ikame etmediği söylenebilirse, yediği herşeyi kusan bir kimse için de yemek yemiyor demek uygun düşer. Aynı konu ile ilgili Hz. Peygamber'den (s.a), bazı sahabe ve tabiinden de sözler nakledilmiştir. İmran bin Huseyn, Hz. Peygamber'in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet ediyor: "Namazı kendisini kötü ve iğrenç şeylerden alıkoymayan kimse, aslında hiç namaz kılmamış demektir. (İbn Ebi Hâtim). İbn Abbas (r.a) Hz. peygamber'in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Kişiyi kötü ve iğrenç davranışlardan alıkoymayan namaz, onu Allah yolundan daha da uzaklaştırır." (İbn Cerir, İbn Ebi Hatim) Aynı hususta Hasan Basri, Hz. Peygamber'den (s.a) mürselen bir hadis rivayet etmiştir. (İbn Cerir, Beyhaki) İbn Mesud'dan (r.a) rivayet edilen başka bir hadis de şöyledir: "Namaza itaat etmeyen namaz kılmamış gibidir ve namaza itaat de kişinin kötü ve iğrenç davranışlardan kaçınmasıdır." (İbn Cerir, İbn Ebi Hâtim) Aynı konuda Abdullah bin Mes'ud, Abdullah bin Abbas, Hasan Basri, Katade ve A'meş'ten de birçok sözler rivayet edilmiştir. İmam-ı Cafer es-Sadık şöyle demiştir: "Namazın kabul edilip edilmediğini öğrenmek isteyen kimse, namazın kendisini kötü ve iğrenç davranışlardan ne dereceye kadar sakındırdığına bakmalıdır. Eğer bu kimse kötülüklerden sakındırılmışsa, namazı kabul olmuştur." (Ruh'ul-Me'ani)
Bu ifade birçok anlama gelebilir: 1) "Allah'ı anmak (yani namaz) daha yüksek değere sahip bir şeydir: O, insanları kötülüklerden alıkoymakla kalmaz, bunun yanısıra insanları doğru davranışlarda bulunmaya ve başkalarını da buna çağırmaya teşvik eder." 2) Allah'ı anmak bizatihi yüce bir iştir: O amellerin en iyisidir, insanın yaptıklarından hiçbirisi bu iş kadar yüce değildir." 3) Allah'ın sizi anması, sizin onu anmanızdan daha büyük bir şeydir. Allah Kur'an'da: "Beni anın ki, ben de sizi anayım" (Bakara: 152) buyuruyor. Bu nedenle kul namazda Allah'ı andığında, elbette Allah da onu anacaktır. Tabii ki Allah'ın kulunu anışı, mutlaka kulun Allah'ı anışından daha yüce bir şeydir." Bu üç anlamın yanısıra, bu ifadenin Hz. Ebu Derda'nın (r.a) hanımının açıkladığı bir gizli anlamı daha vardır: "Allah'ı anmak sadece namazla sınırlı değildir, bilakis onun sınırları çok geniştir. Bir insan oruç tuttuğunda, zekat verdiğinde veya salih bir iş yaptığında kaçınılmaz olarak Allah'ı düşünür. Bu nedenle salih ameller O'ndan kaynaklanır.Aynı şekilde bir insan, önünde fırsat olduğu halde kötü bir işi yapmaktan kaçınırsa, bu da Allah'ı anmanın bir sonucudur. O halde Allah'ı anmak bir mümiminin bütün hayatını kaplar. (Mevdudi)

8 Mayıs 2007 Salı

B E L Â ve M U S İ B E T

* İki şey ebediyyen devam eder.Musîbetler ve ihtiyaçlar.

Hz.Osman (R.A.)

* Belâdan bir kadın gibi kaçarım.Karşıma çıktığı zaman da arslan.

Hz.Ali (R.A.)

* Mükâfatın büyüklüğü,belânın büyüklüğü nisbetindedir.

Hz.Osman (R.A.)

* Her kim ki dünyada keskindir dişi, Mutlak bir belâya çatar demişler.

Tokadî Zâde Şekip

* Başımıza belâ geldi deriz.Halbuki belâya ayağımızla kendimiz gitmişizdir.

Cenap ŞEHABEDDİN

* Sahibine merhamet edilmeyen en büyük belâ,kişinin kendi kendisini beğenmesidir.

Paozorkemiker

* Kim ki,kuvvetine aldanarak,zayıfları hor görürse,onun kuvveti başına belâ olur.

Beydeba

H İ K M E T L E R :

* Üç şey insan için büyük musibettir;Yokluk içinde nüfus çokluğu,âlimin kötü ahlâklı olması,hayasız kadına düşmek.

* Güzel bir kadına,hudut boyunda bir eve,yol üzerinde bir bağa malik olanın başı gürültü ve dertten kurtulmaz.

* İnsanın başına belâların gelmesi;Yeme,içme,eğlencede aşırı olması sebebiyledir.

* Vaktin faidesiz başa geçmesi,en büyük musîbettir.

* Belâ,insanın ağzından çıkacak kötü söze bağlıdır.



A T A S Ö Z L E R İ :

* Kul azmayınca belâsını bulmaz.

* Azana Allah belâ verir.

E V L E N M E K ve E V L İ L İ K

* Kızlarınızı çirkin insanlarla evlenmeye zorlamayınız.Çünkü onlar da sizin gibi güzeli severler.

Hz.Ömer (R.A.)

* Yarsız kalmış,cihanda ayıpsız yâr isteyen.

Ahmet Paşa

* Eğer kız alırsan temelin ara, İbtida varınca anasına bak.

Niğdeli Bezmi

* Belirli bir yaşa geldikten sonra evlenmeyen,evlenmemekte ayak direyen veya evliliğin aleyhinde bulunan insanda ya uzvî veya ruhî bir rahatsızlık vardır.

İ.Hakkı BALTACIOĞLU

* Kadını parası için alacak adam,avucunu açarken gözünü kapamak lâzım geldiğini bilmelidir.

R.Halit KARAY

* Ebedî bir şifâdır,evlenmek.

A.Hamdi TANPINAR

* İyi bir kadınla evlenmek,fırtınada sâkin bir liman,kötü bir kadınla evlenmek ise,sâkin bir limanda fırtınadır.

J.Petit SENNI

* Evlendikten sonra karınızın sizinle nasıl konuşacağını öğrenmek isterseniz,şimdi erkek kardeşiyle nasıl konuştuğuna bakın.

G.J.NATHAU

* Evlilik hayatında ara sıra kavga etmelidir.Çünkü insanlar ancak böyle birbirlerini anlarlar.

J.Wolfgang GOETHE

* Mesut bir evliliğin reçetesi gayet basittir.Birbirinize karşı oldukça nazik davranın.

Marie FRANCE

* Evlenme,boşanma işi,sırf kadınların elinde olsaydı,bir tek nikah sağlam kalmazdı.

F.Mihailoviç DOSTOYEVSKI

* Yoksul bir kızı,zengine verdin mi,halayık ettin demektir.

Teren TIUS

* Kızın iyi bir evlilik yaparsa,bir oğul kazanırsın,yoksa kızını kaybedersin.

G.Bernard SHAW

* Evlilik hayatı bir şehvet ticareti değil,bir can ortaklığıdır.Bu olmayınca evlilik yoktur.

John MILTON

* Her şeyde olduğu gibi,evlilikte de iç rahatlığı,zenginlikten üstündür.

Jean-Babtiste MOLIERE

* İyi bir koca aramaktan güç bir şey varsa o da,iyi bir zevce seçmektir.

Jean-Jacques ROSSEAU

* Evlilik bir gül bahçesi değil,bir mücâdele sahasıdır.

PETAIN

* Mutlu evlilik,kısa gibi gelen uzun konuşmaya benzer.

Andre MAUROIS

* Evlenirken kör olanın,evlendikten sonra gözleri açılır.

J.GLEASON

* Akıllıca bir evlilik yapmak istiyorsan,kendi denginle evlen.

OVIDIUS

* İnsan ömrünün en önemli olayı iyi bir eş seçimidir.

Brusus

* İyi bir eş,Allah'ın bize özel armağanıdır.

Alexander POPE



H İ K M E T L E R :

* Evlenen bir erkek,deniz satın alan bir adama benzer. Ne aldığı belli değildir:Fırtına mı,canavar mı,inci mi,kaya mı ?

* Karamanın koyunu sonra çıkar oyunu, Atla,avrat alırken önce öğren huyunu.

* Babası şeytan da olsa,iyi bir ananın kızıyla evlenen erkeğin sırtı yere gelmez.

* Kızı için zengin koca arayan babalar,ekseriya damatlarını kendileri beslemeye mecbur olurlar.

* Evlilik,samimi bir sevgi ile örülen bir kalp düğümüdür.

* Evlenmek,insanın ya boyuna taş bağlar,ya da başına tac giydirir.



A T A S Ö Z L E R İ :

* Komşu kızı almak kalaylı tastan su içmek gibidir.

* Senden alçaktan kız al,senden uluya kız verme.

* Kayış kesersen ince ve düz tasma yap,kız istersen arasını kesmeden iste.

* Evlenmesi bir alaca kuş,geçinmesi bora ile kış.

* Dolambaçlı da olsa yol iyi,kör olsa da kız iyi.

* Bekârın parasını it yer,yakasını bir yer.

* Erkek kuş gezer havayî havayî,dişi kuş yapar yuvayı yuvayı.

* Genci gence ver de,rızıklarını Allah verir.

* Ergen gözüyle kız alma,gece gözüyle bez alma.

* Çeyiz veren hanımcık gelin,çeyiz vermeyen karga gelin.

* Bekârlık maskaralıktır.

* Evlenirken güzelliğe kapılmamalı,huya bakmalıdır.

* Dikensiz gül olmaz,engelsiz yâr olmaz.

* Çok koca seçen kız,kelle evlenmek zorunda kalır.

* Bekâr adam,yarım adamdır.

* Komşunun kızıyla evlenmek kolay olur.

* Kalburcu kızı hanım olmaz.

* Sabahtan karnını doyuran,küçükken evlenen aldanmamıştır.

* Kız alan gözle bakmasın,kulakla işitsin.

* Kızını fırsat bulunca,oğlunu canım isteyince evlendir.

* Pekmezi küpten,kadını kökten al.

* At almağa câhil,kız almağa ehil gönder.

* Ergene var ergene,tasasız gir yorgana.

* Tarlayı düz al,kadını kız al.

* Evlilik bir nimet,bekarlık bir mihnettir.

* Yiğide ver kızını,mevlâ verir rızkını.

* Anasına bak kızını al,kenarına bak benzini al.

* Sevip dostuna,boşanıp kocana varma.

* Eğlendiğinle evlenme,evlendiğinle eğlenme.

* Para için evlenen erkek,hürriyetini satmış demektir.

İngiliz Atasözü

* Bekar,Tavus kuşudur.Nişanlı aslan,evlide koyun.

İspanyol Atasözü

Müslümanlar arası Diyalog

Öncelikle diyalogun zemini nasıl olmalıdır?


Öncelikle şunu söyleyeyim, Müslümanların birlikteliği sadece akli değil aynı zamanda şer’i bir zarurettir. “ İnnem-el muminune ihvetun” bir ayettir. Buradan hareketle Müslümanlar sadece kardeş olabilirler diyebiliriz. Dolayısıyla kardeş olmanın dışında herhangi bir durum vahyin dışladığı bir durumdur. Bir şer’i delil olarak, tüm vahiy ve Allah resulünün fiili sünneti Müslümanların kardeşliğinin asla ihmal edilemez öncelik olduğunu göstermeye yetmektedir. Akli olarak da Müslümanların birlikteliği müsellem bir hakikattir. Çünkü birliğin olmadığı yerde dirlik olmuyor. “Müslümanların dirliği neden yok?” diye bir sual tevcih edilirse çünkü birliği yok, birliği olmayanın dirliği olmaz. Aslında Müslümanlar şu anda birliklerini kaybettikleri için dirliğini, huzurunu, saadetini daha doğrusu yer altı yer üstü kaynaklarını, maddi manevi değerlerini kaybetmiş durumdalar. Bakın, dünyada kaybolmuş Müslüman nesiller nerede varsa orada birlik kuramadıklarından kayboluyorlar. Onun için Müslümanların mabedine Cami deniliyor. Birliği temsilen birliğin mekanına Cami, Müslümanları toplayan ibadete Cuma, Müslümanların topluluğuna da cemaat deniliyor. Yani Cuma’nın farz olması demek aslında cemaatin farz olması demektir. Dolayısıyla birlik farzdır. Fıkhen, Kur’an’dan yola çıkarak konuşmak gerekirse; birliğin farz olduğunu söyleyebiliriz. Neden? Çünkü Cuma farzdır. Bu kadar açık ve nettir. Bu birliğin zemini ne olmalıdır? Bir kere Müslümanlar arasında bir birlik oluşacaksa birliğin zemini yerellik, bölgesel değerler olamaz, kavmi değerler olamadığı gibi geleneksel İslami kültür de olamaz. Çünkü geleneksel İslami kültür dediğimiz şey yerel değerlerden yola çıkarak sonradan “oluşmuş” şeylerdir. O zaman ne olacak? Yorumlar olamaz, farklı çizgiler olamaz. Yorumlardan herhangi birini diğerine üstün tutmamız için bir nedenimiz yoktur. Bunlar asabiyete girer. Bu saydığım şeyleri birlik için temel ittihaz etmek asabiyettir. “Men da’a ila asabiyetin feleyse minna” ‘kim asabiyete çağırıyorsa o bizden değildir’. Asabiyete götüren bizden değildir, neden? Çünkü, parçalar. Parçalayan bizden değildir aslında. Bütünü parçalayan, cemaati parçalayan bizden değildir. Cemaatten bahsederken İslam cemaatini, büyük aileyi, Kur’an’ın söylediği anlamda kast ediyorum. Toparlayacak olursak, zemin ne olmalıdır sorusuna İslam’ın sabiteleri olmalıdır cevabını verebiliriz. Yani temelde vahyin kendisi olmalıdır. Müslüman’ın tasavvurunu, şahsiyetini, aklını ve hayatını inşa eden bir numaralı kaynak olan vahiy olmalıdır. Eğer bizler vahiy etrafında da birleşemezsek hiçbir şey etrafında birleşemeyiz. Zaten vahyi merkez olarak kabul etmeyene Müslüman denmez. Resulullah vefat ettiğine göre şu anda hayatın içinde yaşayan şey nedir? Resulullah’tan geriye bize kalan ve yaşamaya devam eden vahyin kendisidir. Bu manada sünnet de aslında vahiydir. Dolayısıyla vahiy etrafında birleşemezsek hiçbir şey etrafında birleşemeyiz. Onun için Müslümanları birliğe çağıran herkesin öncelikle vahye çağırması gerekiyor. Kur’an sadece bir tane olduğundan vahyin ayrılık getireceğinden bahsetmek mümkün değildir. Mezhebe çağırsanız birden fazla, mektebe çağırsanız birden fazla, yoruma çağırsanız birden fazla, tarikata çağırsanız birden fazla, hatta bilgi sistemlerine çağırsanız birden fazla; irfan bilgi sistemi, beyan bilgi sistemi, burhan bilgi sistemi bunlar da farklı farklı. Hocaya da, alime de çağırsanız bir sürü alim, hoca var. Bütün bunlara çağırdığımızda aslında bütünleştirmiş olmayız. O zaman neye çağırırsak bir oluruz, “Bir”e çağırırsak bir oluruz. Vahye çağırmak Allah’a çağırmaktır. Onun için Kur’an açıkça söylüyor: “Ve men ehsenu kavlen mimmen da’a ilallahi ve amile salihen ve kale inneli minel muslimin” ‘Allah’a davet edenden Salih amel işleyenden, yani bu davetini davranışlarla pekiştirenden ve ben kayıtsız şartsız Müslüman oldum diyenden daha güzel sözlü kim olabilir’. Bu ayet adeta şiarımız olmalıdır. Aslında, kime çağırmamız gerektiğini bize söylüyor. Allah’a çağırmak; Allah’a çağırmak vahye çağırmaktır. Onun için vahye çağrı hem Allah’a çağrı hem peygambere ve sünnetine çağrı, hem peygamberlerin yoluna çağrı, hem hakikate çağrı, hem de insanın özüne, selim akla ve fıtrata çağrıdır. Dolayısıyla, birliğin teorik zemini vahiy olmalıdır. Peki, pratik zemini ne olmalıdır? Pratik zemin ise sünnetü’l ameliye dediğimiz Allah resulünün hayata dönüştürdüğü vahiy olmalıdır. Vahyin yaşanmış hayat olarak bize bıraktığı o sünnetü’l ameliye olmalıdır. Allah resulünün miras bıraktığı hayat Hz. Aişe’nin onun ahlakı Kur’an’dı dediği ahlak olmalıdır. Kur’an’ın övdüğü ve muhteşem dediği “inneke ala hulukul azim” dediği o muhteşem ahlak olmalıdır. O zaman birliğin iki kaynağı vardır. Birinci kaynağı Kur’an ki bu temel kaynaktır. İkincisi ise Kur’an’ın üzerine inşa edilen, yükselen, pratikte yaşayan sünnettir. Aslında bu iki kaynak değil tek kaynaktan neşet eden fiil ve davranıştır. Nasıl ki insan davranışları insan aklından neşet ediyorsa insanda akıl olmalıdır Kur’an, vahiy ki bu vahiyden neşet eden davranış olsun. Dolayısıyla bu temelde birleşemezsek hiçbir temelde birleşemeyiz. Çünkü şu anda büyük İslam ailesinin en temel kaynağı vahiydir.

Müslümanların fiili olarak içinde bulunduğu hal, değişik mezhepler, tarikatlar ve cemaatler, bunların birbirleriyle uzlaşmaları için fiili olarak hangi ilkelere ihtiyaç duyulmaktadır?

Değillemeler, ispatlar ve nef’iler bu ilkeler arasında olmalıdır. Bu yüzden isbatlı ve nef’ili konuşmak durumundayım.

1- Birbirleri arasındaki konuşma önceliğini ihtilaflı meselelere kesinlikle vermemeleri lazım. Bir araya gelince ihtilaflı meseleleri değil ittifakları konuşmaları gerekmektedir. Bu çok mühim olduğu gibi aynı zamanda ahlakidir de.

2- Müslümanlar buluştuklarında Müslümanların bu konudaki şaşmaz, mutlaka olması gereken ilkeleri, birbirleriyle paylaşım içinde olmaları gerektiğinin taktik veya stratejik bir mevzu değil konsept olduğudur. Bunun paradigmadan kaynaklanan bir zorunluluk olduğuna inanmaları lazım gelmektedir. Bugün Müslümanlar bunun taktik bir mevzu olduğunu düşünüyor. Taktik mevzu ortam ve şartlara göre değişebilir. Ama paradigma değişmez. Müslümanların birbirleriyle yüreklerini, sevgilerini, dostluklarını paylaşmaları taktik bir mevzu değildir. Taktik mevzu Müslüman’ın kafir ile paylaşımıdır. Müslüman’ın kafir ile ilişki biçimi bugün Müslüman’ın Müslüman’la ilişki biçimine dönüşüyor. Müslüman’ın paylaşması gereken değerlerini paylaşma ahlakı taktik ve de stratejik bir konu olamaz. Taktiğe de stratejiye de feda edilemez. Konseptir, yani olmazsa olmazımızdır.

3- Müslümanlar birbirlerinin bir tek tırnağını feda etmeme konusunda yeminli olmalıdır. Yani dostlarıyla dalaşanlar düşmanlarıyla savaşamaz. Düşmanlarıyla savaşanlarsa dostlarıyla dalaşamazlar. Bu bir ilkedir. Dünya alem birleşse Müslüman Müslüman’ın bir tek tırnağını vermemelidir. Bu da aslında dördüncü ilkeyi getiriyor.

4- Kardeşlikte taassup sahibi olmalıyız. Tek taassubumuz kardeşlik olmalıdır. Nedir kardeşlikte taassup? O benim kardeşim ve bunu Allah yazdı. Bunu söyledikten sonra beşinci ilke de ortaya çıkıyor.

5- Müslümanlar birbirlerinin hatalarına dürbünün büyüten tarafıyla değil küçülten tarafıyla bakmalıdır. Yani, iman Ağrı Dağı ise hata çakıl taşı olmalıdır. Hiçbir çakıl taşı Ağrı Dağı’ndan büyük olamadığı gibi hiçbir hata da imandan büyük olamaz. Bu ilke olmalıdır. Dolayısıyla da hiçbir hata için de Müslüman feda edilemez.

6- Dahası, ki bu da çok önemli, yine değilleme ilkesinden yola çıkacağım, birliği temin için gelenekten gelen bazı değerlerin yok olmasını istememeli, beklememeli ve ummamalıdır. Mezhebinizi yok sayın gibi bir taleple birliğe gelinmemelidir. Böyle bir istek olmayacak, gerçekleşmeyecek bir şeydir. Bunu yaptığınızda daha baştan rezerv koymuş olursunuz. Siz siz olarak geleceksiniz biz de biz olarak geleceğiz. Siz kendi usulünüzü tatbik edin, ancak bu bizim birliğimize mani olmasın. Bunun için de gerçekçi olmak gerekmektedir. Siz siz olmaktan çıkıp biz olun demek ne diyalog ne de birlikteliktir. Bu birleşmekten öte ilhak etme arzusudur. İlhak bir tür işgaldir. Bu doğru değil ve diyaloga geçmek için böyle bir başlangıç yapılamaz. Bundan dolayıdır ki tali bir takım unsurları İslami birleşmenin önünde engel olarak görmemek lazımdır. Diğer yandan geleneksel, tarihi, mezhep, meşrep, mektep gibi bir takım unsurları da birleşme adına ilhak edemezsiniz. Bu ilkeler etrafında birliğin gerçekleşebileceğini düşünüyorum.

Allah birliğimizi ve dirliğimizi korusun…..

(Özgün İrade Dergisi)

HAZRET-I MEVLANA

(30 Eylül 1207- 17 Aralik 1273)

________________________________________
Mevlana'nin asil adi Muhammed Celaleddin'dir. Mevlana ve Rumi de, kendisine sonradan verilen isimlerdendir. Efendimiz manasina gelen Mevlana ismi, ona, daha pek genç iken Konya'da ders okutmaya basladigi tarihlerde verilir. Bu isim sems-i Tebrizi ve Sultan Veled'den itibaren Mevlana'yi sevenlerce kullanilmis; Adeta adi yerine sembol olmustur.
Rumi, Anadolu demektir.
Mevlana'nin, Rumi diye taninmasi, geçmis yüzyillarda Diyari Rum denilen Anadolu ülkesinin vilayeti olan Konya'da uzun müddet oturmasi, ömrünün büyük bir kisminin orada geçmesi ve nihayet türbesinin orada olmasindandir.
Mevlana'nin dogum yeri, bugünkü Afganistan'da bulunan, eski büyük Türk kültür beldesi Belh'tir
Mevlana'nin Dogum tarihi ise (6 Rebiu'l Evvel, 604) 30 Eylül 1207'dir. Bazi arastirmacilarin tespitine göre, O'nun dogum tarihi 1182'dir.
Asil bir aileye mensup olan Mevlana'nin annesi, Belh Emiri Rükneddin'in kizi Mümine Hatun; babaannesi, Harezmsahlar (1157 Dogu Türk Hakanligi) hanedanindan Türk prensesi, Melike-i Cihan Emetullah Sultan'dir.
Babasi, Sultanü'l-Ulema (Alimlerin Sultani) ünvani ile taninmis, Muhammed Bahaeddin Veled; büyükbabasi, Ahmet Hatibi oglu Hüseyin Hatibi'dir.
Eflaki ye göre Hüseyin Hatibi, ilmi deniz gibi engin ve genis olan bir alim idi. Din ilminin üstadi ve alimlerin büyüklerinden sayilan, güzel siirler söyleyen Nisaburlu Raziyuddin gibi bir zat da talebelerindendi.
Kaynaklar ve Mevlana'nin sevgi yolunda gidenler eserinde Sultanü'l-Ulema Bahaeddin Veled'in nesebinin, anne cihetiyle ondördüncü göbekte Hz. Muhammed (SAV)'in torunu Hz. Hüseyin'e; baba cihetiyle de onuncu göbekte Hz. Muhamed (SAV)'in seçilmis dört dostundan ilki Hz. Ebu Bekir Siddik'a ulastigini kaydediyorlar.
Babasi Bahaeddin Veled Hazretleri'nin sahsiyeti
Bahaeddin Veled, 1150'de Belh'de dogmus, babasi ve dedesinin manevi ilimleriyle yetismis; ayrica
Necmeddin Kübra (?-1221)'dan da feyz almistir.
Bahaeddin Veled bütün ilimlerde esi olmayan, olgun mana sultani idi. ilahi hakikatler ve Rabbani ilimlerden meydana gelen uçsuz bucaksiz bir deniz gibi olan Bahaeddin Veled, Horasan diyarinin, en güç fetvalari halletmede, tek üstadi idi ve vakiftan hiçbir sey almazdi, devlet hazinesinden kendisine tahsis edilen maasla geçinirdi
Kaynaklarin ittifakla rivayetine göre, devrinin alimleri ve ulu müftüleri, Hz. Muhammed (SAV)'in manevi isaretiyle, Bahaeddin Veled'e Sultanü'l-Ulema ünvanini vermislerdir. Bundan sonra da Bahaeddin Veled bu ünvanla yad edilmistir.
Bu ünvanin verilisi Türklerin adetiyle de izah edilebilir.
Türklerin güzel karakterlerini gösteren birçok adetleri vardi. Türkler, yüksek kabiliyet ve fazilet sahiplerinin taninmadan kaybolup gitmesine, unutulmasina razi olmazlardi. Onlari halkin gözünde belirtmek, halki ilim ve irfana yöneltmek için o gibi büyüklere layik olduklari birer ünvan verilirdi. Bu anane, Türklerin ilme, fazilete karsi saygi duygularini gösteren parlak bir delildir. Hatta anane geregince imzalarin üstünde bu ünvanlari kullanmaya mecburdurlar. Onlar kazandiklari bu ünvanlari kendileri için manevi bir rütbe sayarlar, nefisleri için bundan asla gurur duymazlardi.
Alimler gibi giyinen Bahaeddin Veled, adeti üzre, sabah namazindan sonra, halka ders okutur; ögle namazindan sonra dostlarina sohbette bulunur; Pazartesi günleri de bütün halka va'z ederdi.
Va'zi esnasinda umumuyetle, Yunan filozorlarinin fikirlerini benimseyenlerin görüslerini reddeder ve: "Semavi (Allah'dan olan, ilahi) kitaplarini arkalarina atip, filozoflarin silik sözlerini önlerine alip itibar edenlerin nasil kurtulma ümidi olur." "Muhammed Sallallahu aleyhi ve sellem`in yürüyüsünden daha iyi yürüyüs; yolundan daha dogru yol görmedim" derdi.
Hz. Mevlana`nin Babasi ile Belh`ten Çikislari ve Konya`ya Gelisleri.
Arastirmacilar, Bahaeddin Veled'in Belh'ten göç etmesine sebep olarak, Mogol istilasini göstermektedirler.
Sultanü'l-Ulema, aile ve dostlariyla, Belh sehrini 1212, 1213 tarihlerinde terk ettikten sonra Hacca gitmeye niyet etmisti. Nisabur'a ugradi. Göç kervaniyla Bagdat'a yaklastiginda, kendisine hangi kavimden olduklarini ve nereden gelip nereye gittiklerini soran muhafizlara Sultanü'l-Ulema seyh Bahaeddin Veled su manidar cevabi verir.
"Allah'tan geldik, Allah'a gidiyoruz. Allah'tan baska kimsede kuvvet ve kudret yoktur."
Bu söz, seyh sehabeddin Sühreverdi (1145-1235)'ye ulastiginda: "Bu sözü Belh'li Bahaeddin Veled'den baskasi söyleyemez."dedi. Samimiyetle ve muhabbetle karsilamaya kostu. Birbirleriyle karsilasinca seyh Sühreverdi, katirindan inip nezaketle Bahaeddin Veled'in dizini öptü, gönülden hürmetlerini sundu.
Bahaeddin Veled, Bagdat'ta üç günden fazla kalmadi ve Küfe yolundan Ka'be'ye hareket etti. Hac farizasini yerine getirdikten sonra, dönüste sam'a ugradi.
Bahaeddin Veled, yaninda biricik oglu Mevlana oldugu halde, göç kervaniyla sam'dan Malatya'ya, oradan Erzincan'a oradan Karaman'a ugradilar. Karaman'da bir müddet kaldiktan sonra, nihayet Konya'yi seçip oraya yerlestiler.
Göç Yolunda Hz. Mevlana'ya Teveccühte Bulunan Mutasavviflar
Belh'i terk ettikten sonra Bagdat'a dogru yola çikan Bahaeddin Veled, Nisabur'a vardiginda ziyaretine gelen seyh Feridüddin Attar (1119-1221,1230) ile görüsüp sohbet eder.
Sohbet esnasinda seyh Attar, Mevlana'nin nasiyesindeki (alnindaki) kemali görür ve ona Esrar-Name adli eserini hediye eder ve babasina da "çok geçmeyecek ki, bu senin oglun alemin yüregi yaniklarinin yüreklerine atesler salacaktir." der.
Sultanü'l-Ulema, Hac farizasini yerine getirdikten sonra dönüste sam'a ugradi. Orada seyh-i Ekber Muhyiddin ibnü'l Arabi (1165-1240) ile görüstü. seyh-i Ekber, Sultanü'l-Ulema'nin arkasinda yürüyen Mevlana'ya bakarak:
"Sübhanallah! Bir okyanus bir denizin arkasinda gidiyor!" demistir.
Hz. Mevlana'nin Evlenmesi
Karaman'da bulunduklari 1225 tarihinde Mevlana, babasinin buyrugu ile, itibarli, asil bir zat olan Semerkantli Hoca serafeddin Lala'nin, huyu güzel, yüzü güzel kizi Gevher Banu ile evlendi.
Hz. Mevlana'nin, Konya'ya Yerlesmeleriyle ilgili Yorumu
Hak Teala'nin Anadolu halki hakkinda büyük inayeti vardir ve Siddik-i Ekber Hazretlerinin duasiyla da bu halk, bütün ümmetin en merhamete layik olanidir. En iyi ülke Anadolu ülkesidir; fakat bu ülkenin insanlari mülk sahibi Allah'in ask aleminden ve deruni zevkten çok habersizdirler. Sebeblerin hakiki yaraticisi Allahi hos bir lütufta bulundu. Sebepsizlik aleminden bir sebep yaratarak bizi Horasan ülkesinden Anadolu vilayetine çekip getirdi.
Haleflerimize de bu temiz toprakta konacak yer verdi ki, ledünni (Allah bilgisine ve sirlarina ait) iksirimizden (Altin yapma hassamizdan) onlarin bakir gibi vücutlarina saçalim da onlar tamamiyle kimya (bakisiyla, baktigi kimseyi manen yücelten olgun insan); irfan aleminin mahremi ve dünya ariflerinin hemdemi (canciger arkadasi) olsunlar.
Hz. Mevlana'nin Konya'daki Hayati
Önceki bahislerde sahsiyetini belirtmeye çalistigimiz Bahaeddin Veled, Mevlana'nin ilk mürsididir. Yani Mevlana,ya Allah yolunu ögretip, tasavvuf usulünce hakikatleri ve sirlari gösteren tarikat seyhidir. Bütün islam aleminde yüksek bir itibar ve söhrete sahip olan Bahaeddin Veled, Selçuklularin Sultani Alaaddin Keykubat'tan yakin alaka ve sonsuz hürmet görür. Bahaeddin Veled ,3 Mayis 1228 tarihinde Selçuklularin bas sehri Konya'yi sereflendirip yerlestikten kisa bir süre sonra, son derece samimi dindar olan Sultan Alaaddin Keykubat (saltanat müddeti: 1219-1236), sarayinda Bahaeddin Veled'in serefine büyük bir toplanti tertip etti ve bütün ileri gelenleriyle birlikte onun manevi terbiyesi altina girdi. Sultanu'l-Ulema'ya gönülden bagli olan Sultan Alaaddin onu hayranlikla söyle över: "Heybetinden gönlüm tir tir titriyor; yüzüne bakmaktan korkuyorum. Bu eri gördükçe gerçekligim, dinim artiyor. Bu alem, benden korkup titrerken ben , bu adamdan korkuyorum; ya Rabbi bu ne hal? iyice inandim ki O, nadir bulunan ve esi benzeri olmayan bir Allah dostudur." Dünya sultanina hükmeden, essiz Allah dostu mana ve gönül sultani Bahaeddin Veled, 24 subat 1231 tarihinde Cuma günü kusluk vaktinde ebedi aleme göçtü. Geriye Muhammed Celaleddin gibi bir hayirli ogul ile Maarif gibi bir eser birakti. Sultanu'l-Ulema,sadece duygu ve düsüncelerini açikladi, söhret pesinde kosmadi. Etrafindakilerini yetistirdi ve onlari daima aydinlatti. Maarif, Bahaeddin Veled meclislerindeki anlattiklarindan va'z ve nasihatlarinin bizzat kendisi tarafindan yazilarak bir araya getirilmesiyle meydana gelmis tasavvufi, ahlaki bir eserdir. Konusu, muhtevasi ve üslubu ile birinci derecede tasavvufi bir eser olan Maarif, hem kitabin kendi açisindan , hem de Mevlana üzerindeki tesiri bakimindan büyük bir önem tasir. Bahaeddin Veled,in irtihalinde Mevlana yirmi dört yasinda idi. Babasinin vasiyeti, dostlarinin ve bütün halkin yalvarm alari ile babasinin makamina geçti. Mevlana, babasindan sonra, Seyyid Burhaneddin ile bulusuncaya kadar, bir yil mürsidsiz kaldi. 1232 tarihinde babasinin degerli halifesi Seyyid Burhaneddin Konya'ya geldi. Mevlana onun manevi terbiyesi altina girdi.
Seyyid Burhaneddin, mertebesi çok yüksek, bir kamil mürsid idi. Kendisine daima kalplerde bulunan sirlari bilmesinden dolayi, Seyyid Sirdan denirdi. Seyyid Burhaneddin, ta çocukluk yillarinda bir lala gibi omuzlarinda tasiyip dolastirdigi, Mevlanaya dedi ki ."Bilginde esin yok, seçkinsin Ama baban hal (manevi makam) sahibiydi; sen de onu ara, kalden (sözden) geç onun sözlerini iki elinde kavramissin; fakat benim gibi onun haliylede sarhos ol. Böylece de ona tam mirasci kesil; cihadina isik saçmada günese benze. Sen zahiren babanin mirascisisin; ama özü ben almisim; bu dosta bak bana uy."
Mevlana babasinin halifesinden bu sözleri duyunca samimiyetle onun terbiyesine teslim oldu. Mevlana candan, samimiyetle, Seyyid Burhaneddin'i babasinin yerine koydu ve gerçek bir mürsid bilerek gönülden, tam dokuz yil ona hizmet etti. Bu zaman zarfinda, o kamil mürsid'in kilavuzlugu ile mücahede (nefsi yenmek için gayret sarfederek) ve riyazetle (dünya lezzetlerinden ve rahatindan sakinarak perhizle) mesgul olup, o kamil arifin feyizli sohbet ve nefesleriyle pisti, olgunlasti, bastan ayaga nur oldu; kendinden kurtuldu, mana sultani oldu. Nitekim, Mesnevi'sindeki su iki beyit, pistiginin, kamil insan mertebesine ulastiginin ifadesidir:
"Pis ol da bozulmaktan kurtul... Yürü, Burhan-i Muhakkik gibi nur ol."
Kendinden kurtuldun mu, tamamiyle burhan olursun. Kul olup yok oldun mu, sultan kesilirsin.
Hz. Mevlana'nin Konya Disina Seyahati
Mevlana, yüksek ilimlerde daha çok derinlesmek için, Seyyid Burhaneddin'in izniyle Halep'e gitti. Haleviyye
Medresesi'nde, fikih, tefsir ve usul ilimlerinde üstün bir alim olan Adim oglu Kemaleddin'den ders aldi.
Mevlana, Helep'teki tahsilini bitirdikten sonra sam'a geçti. Burada, ilmi incelemeler yapmak için dört yil kaldi. Bu zaman zarfinda sam'daki alimlerle tanisip, onlarla sohbet etti.
Eflaki'ye göre Mevlana, sam'da Sems-i Tebrizi ile görüsmüstür; fakat bu görüsme kisa bir müddettir ve söyle cerayan etmistir:
Sems-i Tebrizi, bir gün halk arasinda, Mevlana'nin elini yakalayip öper ve ona:
"Dünyanin sarrafi beni anla!" diye hitap eder ve kaybolur.
iste bu sohbet veya bir anlik görüsme tarihinden takriben sekiz sene sonra sems, Konya'ya gelecek ve Mevlana ile içli disli sohbet edecektir.
Yedi yil süren Halep ve sam seyahatinden sonra Konya'ya dönen Mevlana, Seyyid Burhaneddin'in arzusu üzerine birbiri arkasina, candan istekle ve samimiyetle, üç çile çikardi. Yani üç defa kirkar gün (yüzyirmi gün) az yemek, az içmek, az uyumak ve vaktinin tamamini ibadetle geçirmek suretiyle nefsini aritti. Üçüncü çilenin sonunda Seyyid Burhaneddin, Mevlana'yi kucaklayip öptü; takdir ve tebrikle:
"Bütün ilimlerde esi benzeri olmayan bir insan; nebilerin ve velilerin parmakla gösterdigi bir kisi olmussun... Bismillah de yürü, insanlarin ruhunu taze bir hayat ve ölçülemeyecek bir rahmete bog; bu suret aleminin ölülerini kendi mana askinla dirilt."dedi ve onu irsad ile görevlendirdi.
Seyyid Burhaneddin, daha sonra, Mevlana'dan izin alip Kayseri'ye gitmis ve orada ebedi aleme göçmüstür. (1241, 1242). Türbesi Kayseri'dedir.
Mevlana, Seyyid Burhaneddin'in Konya'dan ayrilisindan sonra, irsad (Allah yolunu gösterme) ve tedris makamina geçti. Babasinin ve dedelerinin usullerine uyarak bes yil bu vazifeyi basari ile yapti. Rivayete göre dini ilimleri tahsil eden dörtyüz talebesi ve onbinden çok müridi vardi.
Hz. Mevlana'nin Dostlari, Halifeleri
Sems-i Tebrizi
Bu zatin adi, semseddin Muhammed olup dogumu 1186'dir. Tebrizli Melekdad oglu Ali'nin oglu olan sems, tahsilini bitirdikten sonra, zamanin yegane seyhi olarak gördügü Tebrizli seyh Ebu Bekir Sellebaf (selle ve sepet örücüsü)'a intisap etti ve onun terbiye ve irsadiyla yetisip olgunlasti.
sems, ulastigi manevi makama kanaat etmediginden daha olgun mürsidler bulmak arzusuyla seyahate çikti. Senelerce, takati tükenircesine birçok yerler dolasti; zamanin arifleriyle görüstü. Bu arifler, mana alemindeki uçusundan kinaye olarak sems'e, Sems-i Perende (Uçan Günes) adini vermislerdir.
sems, ta çocuklugundan itibaren fikren ve ruhen hür bir dervis, kendinden geçercesine ilahi aska dalarak yasayan bir sahsiyettir.
sems, kendini ruhen tatmin edecek seviyede bir hak dostu bulamayan ve hep kendi mertebesinde bir sohbet arkadasi arayan kamil velidir.
Yana yakila, kendisine muhatap olabilecek, sohbetine dayanabilecek bir dost arayan sems'in bir gece karari elden gitti, heyecan içinde idi. Allah'in tecellilerine gömülüp mest olmus bir halde münacatinda :
"Ey Allah'im ! Kendi , örtülü olan sevgililerinden birini bana göstermeni istiyorum." diye yalvardi.
Allah tarafindan, istediginin, Anadolu ülkesinde bulunan, Belh'li Sultanü'l-Ulema'nin oglu Muhammed Celaleddin oldugu ilham edildi.
Bu ilham ile sems, 29 Kasim 1244 yili Cumartesi sabahi Konya'ya geldi.
Hz. sems ile Hz. Mevlana'nin Bulusmalari
Mevlana, ile sems, bu iki kabiliyet, bu iki nur, nihayet bulustular; görüstüler.
Bu iki ilahi asik, bir müddet yalnizca bir köseye çekilerek kendilerini tamamiyle Hakk'a verdiler ve gönüllerine gelen ilahi ilhamlarla sohbetlere koyuldular.
Sultan Veled der ki:
"Ansizin sems gelip ona ulasti; ona masukluk (sevilen, sevgili olmanin) hallerini anlatti, açikladi. Böylece de sirri yücelerden yüceye vardi. sems, Mevlanayi sasilacak bir aleme çagirdi, öyle bir aleme ki, ne Türk gördü o alemi ne Arap."
Hz. Mevlana'nin Masukluk Mertebesine Erismesi
Bu Hususu Sultan Veled söyle açiklar:
"Alemdeki erenlerin derecelerinden üstün bir derece vardir ki o, masukluk duragidir. Aleme bu masukluk
duragina dair haber gelmemis; bu durakta bulunanlarin ahvalini hiçbir kulak isitmemisti. Tebrizli semseddin zuhur edip, Mevlana Celaleddin'i asiklik ve erenlik mertebesinden, bu zamana kadar duyulmamis olan. Masukluk mertebesine eristirmistir. Esasen Mevlana, ezelde, masukluk denizinin incisiydi; hersey döner, aslina varir."
Hatirlara gelebilecek, "sems mi Mevlana'yi aradi; Mevlana mi Sems-i " sorusuna cevap verebiliriz:
sems, Mevlana'yi Mevlana da sems'i aramistir.
sems Mevlana'ya asik ve taliptir; Mevlana da sems'e asik ve taliptir. Çünkü asik, ayni zamanda masuk; masuk ayni zamanda asiktir. Mevlana der ki:
"Dilberler (gönül alip götüren, manevi güzeller), asiklari, canla basla ararlar.. Bütün masuklar, asiklara avlanmislardir.
Kimi asik görürsen bilki masuktur. Çünkü o, asik olmakla beraber masuk tarafindan sevildigi cihetle masuktur da. Susuzlar alemde su ararlar, fakat su da cihanda susuzlari arar."
Mevlana, manevi yolculugunu, olgunluga ermesini, su sözünde toplamistir:
"Hamdim, pistim, yandim."
Mevlana'nin pismesi, babasi Sultanü'l-Ulema Bahaeddin Veled ve Seyyid Burhaneddin'in feyizli nefesleriyle; yanmasi da sems'in nurlu aynasinda gördügü kendi güzelliginin ask atesiyledir.
Mevlana, sems ile Konya'da bulustugu zaman tamamiyle kemale ermis bir sahsiyetti. sems, Mevlana'ya ayna oldu. Mevlana, sems'in aynasinda gördügü kendi essiz güzelligine asik oldu. Diger bir ifadeyle Mevlana, gönlündeki Allah askini sems'te yasatti.
Mevlana'nin sems'e karsi olan sevgisi, Allah'a olan askinin miyaridir (ölçüsüdür); çünkü Mevlana, sems'te Allah cemalinin parlak tecellilerini görüyordu.
Mevlana açilmak üzere bir güldü. sems ona bir nesim oldu. Mevlana zaten büyüktü, sems onda bir gidis, bir nesve degisikligi yapti.
sems ile Mevlana üzerine söz tükenmez. Son söz olarak söyle söyleyelim:
sems, Mevlana'yi atesledi ama karsisinda öyle bir volkan tutustu ki, alevleri içinde kendi de yandi.
Hz. sems'in Konya'dan Ayrilisi
sems ile bulusan Mevlana, artik vaktini sems'in sohbetine hasretmis, sems'in nurlarina gömülüp gitmis, bambaska bir aleme girmisti. sems'in cazibesinde yana yana dönüyor, ilahi askla kendinden geçercesine Sema ediyordu.
Bu iki ilahi dostun sohbetlerindeki mukaddes sirri idrakten aciz olanlar, ileri geri konusmaya basladilar. Neticede sems, incindi ve Mevlana'nin yalvarmalarina ragmen, Konya'dan sam'a gitti (14 Mart, 1246 Persembe).
Hz. sems'in Konya'ya Dönüsü
sems'in ayriligindan derin bir istiraba düsen Mevlana, manzum olarak yazdigi güzel bir mektubu, Sultan Veled'in baskanligindaki kafileyle sam'a, sems'e gönderdi.
Sultan Veled, kaflesiyle sam'a vardi. sems'i buldu ve babasinin davet mektubunu, hediyelerle birlikte sems'e sundu.
sems:
"Muhammed-i tavirli ve ahlakli Mevlana'nin arzusu kafidir. Onun sözünden ve isaretinden nasil çikilabilir?" diyerek, Mevlana'nin davetine icabet etti ve 1247'de, Sultan Veled'in kafilesiyle, Konya'ya döndü.
Sems-i Tebrizi Hazretleri'nin Kaybolusu
sems'in Konya'ya geri gelmesine herkes sevindi. Mevlana da hasretin sikintilarindan kurtuldu. Artik sems'in serefine ziyafetler verildi. Sema meclisleri tertip edildi. Fakat huzurlu, muhabbettle, dostluk içinde geçen günler uzun sürmedi; dedikodular ve can sikici durumlar yeniden basladi.
sems, o bahtsiz dedikoducu toplulugun yine kinle doldugunu, gönüllerinden sevginin uçup gittigini, akilarinin nefislerine esir oldugunu anladi ve kendisini ortadan kaldirmaya ugrastiklarini bildi. Sultan Veled'e dedi ki:
"Gördün ya, azginlikta yine birlestiler.
Dogru yolu göstermekte, bilginlikte esi olmayan Mevlana'nin huzurundan beni ayirmak, uzaklastirmak, sonra da sevinmek istiyorlar.
Bu sefer öyle bir gidecegim ki, hiç kimse benim nerede oldugumu bilemeyecek. Aramaktan acze düsecek, kimse benden bir nisan bile bulamiyacak.
Böyle birçok yillar geçecek de yine izimin tozunu bile göremeyecek."
iste Sultan Veled'e böyle yakinan sems, 1247-1248 tarihinde, Konya'dan ansizin gidip kayboldu.
sems'in kaybolusundan sonra Mevlana, herkesten onun haberini soruyordu. Kim onun hakkinda asli esasi olmayan bir haber bile verse ve sems'i falan yerde gördüm dese, bu müjde için sarigini ve hirkasini vererek sükranelerde bulunuyordu.
Bir gün, bir adam, Sems-i sam'da gördüm, diye haber verdi. Mevlana buna, tarif edilemeyecek sekilde sevindi ve o adama, üstünde nesi varsa bagisladi. Dostlarindan birisi, bu adamin verdigi haber yalandir, o sems'i hiç görmemistir, dediginde Mevlana su cevabi vermistir: "Evet, onun verdigi bu yalan haber için üstümde neyim varsa verdim. Eger dogru haber verseydi, canimi verirdim."
Hz. Mevlana'nin Konya Disina ikinci Çikisi
Mevlana, sems'i çok aradi. Onun ayriligiyla, gönülleri yakan, sizlatan, nice siirler söyledi. Onu aramak için iki kere sam'a gitti. Yine Sems-i bulamadi. Bu son iki seyahatin tarihleri kesin olarak bilinmemekle beraber, büyük bir ihtimalle 1248-1250 yillari arasinda oldugu söylenebilir.
Sultan Veled'in ifadesiyle Mevlana, sam'da suret bakimindan Tebrizli Sems-i bulamadi ama, mana yönünden onu, kendisinde buldu. Ay gibi kendi varliginda beliren sems'i, kendinde gördü ve dedi ki:
"Beden bakimindan ondan ayriyim ama, bedensiz ve cansiz ikimizde bir nuruz.
Ey arayan kisi! ister onu gör, ister beni. Ben oyum o da ben."
Konyali Kuyumcu seyh Selahaddin Hazretleri
Yagibasan'in oglu Konya'li Zerkub (Kuyumcu) diye taninan seyh Selahaddin Feridun, Konya civarindaki bir gölün kenarinda balikçilikla geçinen bir ailedendir.
Ümmi olarak bilinen seyh Selahaddin, gençliginde Seyyid Burhaneddin'in terbiyesine girmis, onun sohbetlerinde pismis, onun feyziyle olgunlasmis, kamil bir insandir. Ayrica sems'in sohbetlerinde de bulunmus , ondan feyz almistir.
seyh Selahaddin, kuyumcu dükkaninda altin varak yaparak, helalinden para kazanmak ve manevi halini kuvvetlendirmekle ugrasirdi. seyh Selahaddin'in, Mevlana ile tanismasi ta Seyyid Burhaneddin'in manevi terbiyesi altina girdigi tarihte baslar; fakat bütün sevgilerden tamamen vazgeçip Mevlana'ya manen baglanmasina ve vakitlerini onun sohbetlerine hasretmesine sebep su hadisedir.
Mevlana bir gün seyh Selahaddin'in Kuyumcular çarsisindaki dükkaninin önünden geçmektedir. içerde varak yapmak için çekiçle altin dögmekte olan Kuyumcu seyh Selahaddin ve çiraklarinin çekiç darbelerinden çikan sesleri duyan Mevlana, o hos seslerin ahengi ile cezbelenir (Allah tarafindan manen çekilerek iradesi elden gider) ve vecd ile (kendinden geçip ilahi aska dalarak) Sema etmeye baslar. Disarida Mevlana'nin Sema ettigini gören seyh Selah addin onun, çekiç darbelerinin ahengine, ritmine uyarak Sema ettigini anlayinca, altinin zayi olmasini düsünmez ve çiraklarina, çekiç darbelerine devam etmelerini emrederek kendisi de disari firlar ve Mevlana'nin ayaklarina kapanir.
Hz. Mevlana'nin, seyh Selahaddin Hazretleri'ni Kendisine Hemdem ve Halife Seçmesi
Mevlana, son sam seyahatinde, mana yönünden sems'i ay gibi kendinde gördükten sonra, onu aramaktan vazgeçti ve kendisine seyh Selahaddin'i dost ve hemdem olarak seçti. Mevlana, sems'e duydugu muhabbet ve gönül bagliliginin aynisini seyh Selahaddin'e de gösterdi ve bu zat ile sükun buldu.
Mevlana, Allah'in cemal tecellileri içinde ruhen manevi bir alemde yasadigindan, müridlerinin irsadiyla bizzat ugrasmamis ve onlarin irsad ve terbiyesine, en seçkin, en ehil dostlarindan birini tayin etmistir. iste seyh Selahaddin, bu vazifeye ilk olarak tayin ettigi dostudur.
Mevlana, seyh Selahaddin'e yalniz manevi bir bag ve içten gelen muhabbetiyle kalmadi, onun kizi, hakkinda: "Benim sag gözüm" diyerek iltifatta bulundugu Fatma Hatun'u, oglu Sultan Veled'e almak suretiyle aralarinda bir akrabalik bagi da kurdu.
seyh Selahaddin Hazretleri'nin Olgunlugu
Mevlana'nin, sems ile dostlugunu çekemeyenler bu sefer de Mevlana'nin seyh Selahaddin'e gösterdigi yakinliga hased etmeye basladilar. seyh Selahaddin'i, ü mmidir diye, yüksek irsad makamina layik görmüyorlardi. sems'e yaptiklari gibi küstahliga kalkistilar.
Kendisine kötü düsümce ile bakan bahtsiz, zavallilara seyh Selahaddin:
"Mevlana, beni yalnizca herkesten üstün tuttu da bu yüzden inciniyorsunuz. Bilmiyorsunuz ki, benim apaçik bir görünüsüm yok, ben bir aynayim.
Mevlana, bende kendi yüzünü görüyor; ne diye kendini seçmesin?
O, kendi güzelim yüzüne asik; bundan baska bir fikre düsmek, kötü bir sey." Diyerek, kemal ve mahviyyetini (ileri derecede alçak gönüllülügünü) göstermistir.
Mevlana ile seyh Selahaddin, on yil birbirleriyle adeta mest olarak görüsüp sohbet ettiler; ayrilik mahmurlugunu tadmadan, visal aleminde safalar sürdüler.
Nihayet seyh Selahaddin hastalandi ve ebedi aleme göçtü (1259).
Çelebi Hüsameddin, vaktiyle Konya'ya göçmüs bir soylu ailendendir ve dogum yeri Konya'dir (1225). Çelebi lakabini kendisine veren Mevlana'dir.
Gençliginin ilk yilarinda, Ahilerin seyhi olan babasini kaybeden Çelebi Hüsameddin, zamanin bütün ulu kisileri ve seyhlerinden yakin alaka ve himaye gördügü halde, bütün hizmetkarlari ve arkadaslariyla, Mevlana'nin terbiyesinde yetisip olgunlasmis, kamil insan olmustur.
Mevlana'nin Çelebi Hazretleri'ni Kendisine Hemdem ve Halife Seçmesi
Mevlana, seyh Selahaddin'den sonra kendisine hemdem ve halife olarak Çelebi Hüsameddin'i seçti ve dostlarina söyle dedi:
"Ona bas egin, önünde acizcesine kanatlarinizi yere gerin! Bütün buyruklarini yerine getirin; sevgisini caninizin ta içine ekin.
O rahmet madenidir, Allah nurudur." Mevlana'nin bu buyrugu üzerine, bütün dostlar ona itaat ettiler. Sultan Veled'in diliyle:
"Bütün dostlar, onun lutuf suyuna testi kesildiler. sems'e ve seyh Selahaddin'e yapmis olduklari asagilik hareketlerden kurtulmuslar, edeplenmislerdi. Haset etmeden çelebi Hüsameddin'e itaat ettiler."
Çelebi Hüsameddin on bes sene Mevlana'nin serefli sohbetinde bulundu. Mevlana'dan sonra da dokuz sene irsad makaminda, Mevlana'nin postunda oturdu.
Mevlana, ancak Çelebi Hüsameddin'in bulundugu mecliste rahat bulur, huzur duyar, cosup manalar saçar, hakikat ilminden bahisler açardi. Mevlana'ya göre, hakikatler memesinden manalar sütünü emip çikaran Çelebi Hüsameddin'dir. Mesnevi'sinde bu manaya isaretle söyle der:
"Bu söz, can memesinde süttür. Emen olmadikça güzelce akmiyor.
Dinleyen susuz ve arayici olursa, va'zeden ölü bile olsa söyler.
Dinleyen yeni gelmis ve usanmamis olursa dilsiz bile sözde bülbül kesilir.
Kapimdan içeri, na-mahrem girince, harem halki, perde arkasina girer, gizlenir.
Zararsiz ve mahrem birisi gelince de o kendilerini gizleyen mahremler, yüzlerindeki perdeyi açarlar.
Bütün güzel, hos ve yarasan seyler, gören göz için yapilir. Çengir zir (en ince) ve bam (en kalin) nagmeleri, nasil olur da sagir kulak için terennüm edilir?
Allah, miski beyhude yere güzel kokulu yapmadi. Koku duyan için yaratti; koku almayan için degil."
iste islami tasavvuf edebiyatinin en büyük didaktik saheseri olan Mesnevi'yi Çelebi hüsameddin, Mevlana'nin tükenmez bir hazineye benzeyen ruhundan çekip çikarmistir. Mevlana'nin kirk yil samimiyetle hizmetinde, sohbetinde bulunan Sipehsalar, Risalesinde, Çelebi Hüsameddin'in degerini su cümlelerle belirtiyor:
"Hakikatte Hudavendigar hazretlerimizin tam mazhari Çelebi Hüsameddin idi ve bütün Mesnevi-i serif onun ricasi ile yazilmistir. Bütün tevhid ve ask ehli, kendilerine bahsedilen mesnevi'nin yalnizca yazilmasi hususunda, kiyamete kadar Çelebi Hüsameddin'e tesekkür etseler, yine sükran borçlarini ödeyemezler."
Mesnevi-i Ma'nevi'nin Yazilisi
Eflaki, Mesnevi'nin yazilip tamamlanmasini anlattigi bahiste diyor ki:
"Mevlana Hazretleri, asil kisilerin sultani Çelebi Hüsameddin'in cazibesi ile heyecanlar içerisinde Sema ederken, hamamda otururken, ayakta, sükunet ve hareket halinde daima Mesnevi'yi söylemeye devam etti. Bazen öyle olurdu ki, aksamdan baslayarak gün agarincaya kadar birbiri arkasindan söyler, yazdirirdi. Çelebi Hüsameddin de bunu süratle yazar ve yazdiktan sonra hepsini yüksek sesle Mevlana'ya okurdu. Cilt tamamlaninca Çelebi Hüsameddin, beyitleri yeniden gözden geçirerek gereken düzeltmeleri yapip tekrar okurdu."
Bu sekilde dikkatlice 1259- 1261 yillari arasinda yazilmaya baslanilan Mesnevi, 1264- 1268 yillari arasinda sona erdi.
Hz. Mevlana'nin Baki Aleme Göçüsü
Mevlana, Çelebi Hüsameddin ile tam onbes sene güzel demler, hos sefalar sürdü. Bu müddet zarfinda bahtsizlarin fitne ve hücumundan uzak, huzur ve sürur içinde yasadi. Dostlari onun cemalinin nuruna pervane olmuslardi. Mevlana, artik son anlarini yasadigini, özledigi ebedi cemal alemine kavusacagini anlamisti. Ansizin hastalanip yataga düstü.
Mevlana'nin hastalik haberi Konya'da yayildigi zaman ahali, sifalar dilemeye, gönlünü, duasini almaya geliyorlardi.
seyh Sadrettin (?- 1274) de talebeleriyle birlikte Mevlana'ya geçmis olsun demeye geldi ve çok üzüldügünü beyan edip:
"Allah yakin zamanda sifalar versin. Hastalik ahirette derecenizin yükselmesine sebeptir. Siz alemin canisiniz, insaallah yakin zamanda tam bir sihhate kavusursunuz." Diye temennide bulundu. Bunun üzerine Mevlana:
"Bundan sonra Allah sizlere sifa versin. Asikin masukuna kavusmasini nurun nura ulasmasini istemiyor musunuz.?"dedi. seyh Sadrettin, yanindakilerle birlikte aglayarak kalkip gitti.
Mevlana, dostlarina ve aile efradina, bu dünyadan göçecegine üzülmemelerini söylüyordu.; fakat onlar, bedenen de olsa, bu ayriligi kabullenemiyorlar, aglayip inliyorlardi.
Mevlana'nin hanimi Mevlana'ya hitaben:
"Ey Alemin nuru, ey ademin cani! Bizi birakip nereye gideceksin?" diyerek agliyor ve ilave ediyordu.
Hüdavendigar Hazretleri'nin dünyayi hakikat ve manalarla doldurmasi için üçyüz veya dörtyüz yillik ömrünün olmasi lazimdi."
Mevlana'da cavaben:
Niçin? Niçin? Biz ne Firavun ve ne de Nemrud'uz, bizim toprak alemiyle ne isimiz var, bize bu toprak aleminde huzur ve karar nasil olur? Ben insanlara faydam dokunsun diye dünya zindaninda kalmisim; yoksa hapishane nerede ben nerede? Kimin malini çalmisim? Yakinda Allah'in sevgili dostunun, Hz. Muhammed (SAV)'in yanina dönecegimiz umulur." Dedi
Hz. Mevlana'nin Tavsiye Ettigi Bir Dua
Mevlana son demlerinde iken, dostu Siraceddin Tatari'yi yanina çagirarak, kendisine su duayi ögretmis ve sikintili zamanlarinda okumasini tavsiye etmistir:
"Ya Rabbi! Bana ne senin zikrini unutturacak, sana sevkimi söndürecek, seni tesbih ederken duydugum lezzeti kesecek bir hastalik; ne de beni azdiracak, ser ve kötülügümü artiracak bir sihhat ver."
Ey Merhamet edenlerin merhametlisi!
Merhametinle bu duami kabul et.
Hz. Mevlana'nin Dostlarina Tavsiye Ettigi Dua
Ya Rabbi!
Bana, ne senin zikrini unutturacak, san sevkimi söndürecek , seni tesbih ederken duydugum lezzeti kesecek bir hastalik; ne de beni azdiracak, ser ve kötülügümü artiracak bir sihhat ver.
Ey merhamet edenlerin merhametlisi merhametinle duami kabul et.
Hz. Mevlana'nin Sabah Namazindan Sonra Okuduklari Dua
Allah'im kalbimi nurlandir, kulagimi nurlandir, gözümü nurlandir, saçimi nurlandir, derimi nurlandir, etimi nurlandir, kanimi nurlandir, önümü nurlandir, ardimi nurlandir, altimi nurlandir, üstümü nurlandir, sagimi nurlandir, solumu nurlandir, Allahim! nurumu artir, bana nur ver. Ey nurun nuru ey merhametlilerin merhametlisi Allahim merhametinle beni nur et.
Bu dua, ismi güzel, cismi güzel, teni güzel, cani güzel, ruhu güzel, huyu güzel Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Vesellem)'in dilindendir.
Hz. Mevlana'nin Vasiyeti
"Ben size, gizli ve aleni, Allah'dan korkmanizi,
az yemenizi,
az uyumanizi,
az söylemenizi,
günahlardan çekinmenizi,
oruç tutmaya ve namaz kilmaya devam etmenizi,
daima sehvetten kaçinmanizi,
halkin eziyet ve cefasina dayanmanizi,
avam ve sefihlerle düsük kalkmaktan uzak bulunmanizi,
kerem sahibi olan salih kimselerle beraber olmanizi vasiyet ederim.
insanlarin hayirlisi, insanlara faydasi dokunandir.
Sözün hayirlisi da az ve öz olanidir.
Hamd, yalniz tek olan Allah'a mahsustur.
Tevhid ehline selam olsun."
seb-i Arus
irfan ve sevgi günesi Mevlana, 5 Cemazelahir, 672 (17 Aralik, 1273) Pazar günü gurup vakti, bütün parlakligi ile, bütün güzellikleriye gülerek ebediyet aleminin semasina dogdu. Mevleviler, o geceye seb-i Arus derler.
Hz. Mevlana'nin Cenaze Merasimi
Müslüman olan, müslüman olmayan, küçük, büyük ne kadar Konyali varsa hepsi, Mevlana'nin cenaze merasimine katildi.
Müslümanlar, müslüman olmayanlari sopa ve kiliçla savmaya çalisarak, onlara:
"Bu merasimin sizinle ne ilgisi vardir? Bu din sultani Mevlana bizimdir, bizim imamimizdir," diyorlardi.Onlar da su cevabi veriyorlardi:
"Biz Musa'nin isa'nin , ve bütün peygamberlerin hakikatini onun sözünden anlayip ögrendik. Kendi kitabimizda okudugumuz olgun peygamberlerin huy ve hareketlerini onda gördük. Sizler nasil onun muhibbi müridi iseniz, bizde onun muhibbiyiz.
Mevlana Hazretleri'nin zati, insanlarin üzerinde parlayan ve onlara iyilikte, cömertlikte bulunan hakikatler günesidir .Günesi bütün dünya sever. Bütün evler onun buruyla aydinlanir.
Mevlana ekmek gibidir. Hiç kimse ekmege ihtiyaç duymamazlik edemez. Ekmekten kaçan hiçbir aç gördünüzmü?"
Mevlana'nin vasiyeti üzerine seyh Sadrettin, Mevlananin namazini kildirmak üzere niyetlendiginde dayamayip bayginlik geçirdi. Bunun üzerine namaza Kadi Siraceddin imamlik etti.
Hz. Mevlana'ya Yesil Kubbe
Mevlana'ya, Yesil Kubbe denilen Türbe, Sultan Veled ile Alameddin Kayser'in gayreti ve Emir Pervane'nin esi (Sultan II. Giyaseddin Keyhüsrev'in kizi) Gürcü Hatun'un yardimlariyla Çelebi Hüsameddin zamaninda yapildi.
Türbenin mimari, Tebrizli Bedreddin'dir.
Selimoglu Abdülvahid adli bir sanatkar da Mevlana'nin kabri üzerine, selçuklu oymaciliginin saheseri olarak kabul edilen, büyük bir ceviz sanduka yapmistir. Bu sanduka bugün, sultanü'l Ulema Bahaeddin Veled'in kabri üzerindedir.
Hz. Mevlana'nin Ölüm Hakkinda Düsünceleri
"Ölüm günümde tabutum yürüyüp gitmeye basladi mi, bende bu cihanin gami var, dünyadan ayriligima tasalaniyorum sanma; bu çesit süpheye düsme.
Bana aglama, yazik yazik deme. seytanin tuzagina düsersem iste hayiflanmanin sirasi o zamandir.
Cenazemi görünce ayrilik ayrilik deme. O vakit benim bulusma ve görüsme zamanimdir.
Beni kabre indirip birakinca, sakin elveda elveda deme; zira mezar cennetler toplulugunun perdesidir.
Batmayi gördün ya, dogmayi da seyret. Günese ve aya batmadan ne ziyan geliyor ki?
Sana batmak görünür, ama o, dogmaktir. Mezar hapis gibi görünür ama o, canin kurtulusudur.
Hangi tohum yere ekildi de bitmedi? Ne diye insan tohumunda süpheye düsüyorsun?
Hangi kova kuyu ya salindi da dolu dolu çikmadi? Can Yusuf'u ne diye kuyuda feryad etsin?
Bu tarafta agzini yumdun mu, o tarafta aç. Zira senin hayuhuyun mekansizlik aleminin fezasindadir."
"Kardes, mezarima defsiz gelme; çünkü Allah meclisinde gamli durmak yarasmaz.
Hak Teala beni ask sarabindan yaratmistir. Ölsem,çürüsem bile, benim yine o askim."
Ölümümüzden sonra mezarimizi yerde aramayiniz. Bizim mezarimiz ariflerin gönlündedir.
Kaynak: HayNet
Hazirlayan: Muhammed Faruk

Kime köle Kime Vefa

DELİKANLI, kan dâvâsı yüzünden, yıllar boyu yaşadığı bölgeyi terk ederek doğudaki küçük bir köye kaçmış. Bu arada parası bittiğinden, karnı zil çalıyormuş. Köye girdiği zaman, etli bir yemek kokusu duymuş derinden. Bir de davul sesleri. İster istemez o tarafa yönelince, bir düğün şenliği görüp, sessizce süzülmüş bahçeden içeriye. Ağaçların altında, belki yirmi tane masa bulunuyormuş. Onların yanında da, bir çok iskemle. Tam birine oturmaya niyetlenirken, bir çocuk gelmiş yanına: "Ağam sizi çağırıyor!." diyerek. Delikanlı, davetsiz misafir olduğu için, biraz endişeliymiş. Fakat köymüş burası, davetiye falan istemezlermiş. Merakla gitmiş ağanın yanına, selam vermiş ayakta dikilirken.
Köy ağası, onun başka yerlerden geldiğini, daha bahçeye girerken anlamış. Her misafir gibi oturtmuş masasına. Bu arada altına bir yastık koyarak.
Delikanlı, şaşırmış bu ilgiye. Böyle bir inceliği, kimseden görmemiş yıllar boyunca. Hatta kendi ailesinden bile. Üstelik hep ezilmiş onlar tarafından, kanlıları sanki yetmezmiş gibi.
Yastığa otururken, bir anda gönlü ısınmış ağaya. O köyde yaşamaya, o adama köle olmaya karar vermiş. Karnının doyması yetermiş ona. Başka bir şey aklından bile geçmiyormuş. Ağa kabul edince, onun yanında iş tutup, canla başla, ırgat gibi çalışmış, bir gün bile halinden şikayet etmeden. Ağa, her fâni gibi, günün birinde dünyadan ayrılmış. Delikanlı artık olgun biriymiş ama, her nedense kendisini garip hissedip, köyü birkaç gün içinde terk etmiş. Zaten bekârmış. Hiç bir engel yokmuş onu tutacak. Aylar boyu dolaşmış ortalarda. Bir gün yine bir bahçede düğün görene kadar.
On yıl öncesi gibi, girmiş içeri. Yine davet edilmiş ağanın yanına. Zaten bunu istiyormuş bütün kalbiyle. Hayatını değiştiren bir olayın tekrarını ümit ederek.
Yanına gittiğinde, birkaç tane minder görmüş, yere serilen bir kilim üstünde. Fakat ağa hiç birine oturmuyormuş. Babacan tavrına rağmen, her nedense diğer ağa gibi yapmamış. Sadece "hoş geldin!." demiş, güler bir yüzle. Bizimki çökmüş adamın yanına. Ona iyi bir ders vermek niyeti ile. Bir minder alarak üstüne otururken, daha önceki ağayı anlatmaya başlamış. Basit bir minder yüzünden, o adama nasıl bağlandığını, bu yüzden on yıl boyunca kul köle olduğunu; insanoğlunun işte böyle hassas bir ruh taşıdığını falan...
Yaşlı adam, onu hayretle dinliyormuş. Misafirin sözü bittiği zaman, ona belinden alt kısmını işaret ederek:
— Ben de yastık kölesiyim, diye tebessüm etmiş. Bana yastık verene kulluk ediyorum. Genç adam, işte o an fark etmiş, her insanı yumuşak bir minderle yaratanı. O yastığa oturtup, bin bir türlü nimetleri ikram edeni. Altına koyduğu sahte yastığı, fırlatmış bir kenara, yaşlı adam gibi bağdaş kurarken. İki ağa, yan yanaymış şimdi bahçede. Çorba, et ve pilav varmış sofralarında. Bir de şanslı kölelerin yaşadığı mutluluk.
( Oberaden Rahmet Gençliĝi )

6 Mayıs 2007 Pazar

Ayrılık

Bir yıldız kaydı güpe gündüz,
Bahar günü üstelik sıcacık açık havada
Saat 2:30 Pazar günü 01/04/2007
Tek ben gördüm sandım, oysa görenlerde varmış.
Önce sessiz sessiz burktu beni,
Sonra acısı arttıkca artmaya başladı.
İlk acısını söylüyeyim, varın geldiĝi yeri siz düşünün
Çaramıĝa gerilenin elindeki çivi acısıydı bendeki!
İlahi bir nidaydı gönlüme dolan
Katılaşmış yüreĝe Taşı delen sudamlası gibi
O gün yıldız yaĝmuru yaĝmış,
Islanan birtek benmiydimki?
Fakat banada enfazla bir damla deĝmişti
Yoksa diĝerlerine etkimi etmemiştiki?
Tek feryat benden duyuldu.......!!!
Ctbey

Cansız bebek

Duvardaki duran cansız bebek,
Neden aĝlarsın sessiz sessiz
Ben gibi aĝlamaya mecbur
Sendemi hüzüne kedere mahkumsun


Hadi gel birde biz gerçek aĝıdı aĝlayalım...
Bilerek inanarak kini kederi unutarak
Gözler kuruyana yanaklar ıslana kadar
Hakka sel olsun, Hak için damlalar

Gecelerin aysız, gündüzün güneşsiz
Sabahın ilkindiye karıştıĝı anlar
Oradan boş odaya bakıp bakarak
Sende özlermisin yarim anayı

Bilirim çocuksun, çocuksunuz
Daĝların kaçtıĝı Denizlerin taştıĝı
Ölülerin dirildiĝi terazinin kurulduĝu an
Eminim güleceksiniz herkez aĝlarken birtek siz

Ctbey